HEMŞİN TÜRKÜLERİ

Fundukluğun başında bıraktum bahçe deyi,
Sen belki bilmeyisun herkes bize nedeyi.

Gördüm unutamadum sen nekadar güzelsun,
Mademki sevmeyidun peşume ne gezersun?

Kışın kaldum dışarda uşudi ayaklarum,
Saçundan ki vermiştun oni hala saklarum.

Derede raslamıştuk bakakaldum gerunden,
Madem almayacaktun neden tuttun elumden.

Evunuzun öninden geçer araba yoli,
Ben sana sevdalandum anlamadun mı oni.

O kaybana yollarda gidersun mani mani,
Bana sarılacaktun gelmedi mi zamanı?

Sakın beyduva etme zaten hiç gülmemişim,
Ben senun sebebune gurbetlere gelmişim.

Çıkmadun yaylalara yollar karlı miyidi,
Sevmedum dedun ama biraz sevmiştun gibi.

Ben seni çok özledum sanki bilmeyimisen,
Hala yalvariyirum bana gelmeyi misen.?

Ey kız eşarbun bende nezaman alacaksun?
Şansumdan korkayırum benum olmayacaksun.
                                               Recep Ali Öztürk

SANA GELMİŞ

Sen hep haklıydın, her zaman olduğu gibi,
Aramadı sandın, bunca yıl hep aklımda idi,
Gördüğüm herkese sordum, kimse bilmedi,
Ali’n seni ancak buldu ana, biliyor musun?

Çok özledim, şimdi sana öpüp sarılacağım,
Kucağına yatıp, yüksek sesle ağlayacağım,
Sende beni neden aramadın, anlayacağım,
Ali’n gelmiş soruyor, ana söylüyor musun?

Birlikte herhalde orada durur, arkadaşların,
Bekler kalabalıktır, anne baba akrabaların,
Buluştunuzsa eğer, yanında ise candaşların,
Ali’n gelmiş tanımıyor ana demiyor musun?

Daha bırakamam ki, sensizlik canıma yetti,
Gerçekten özledim, hasretin burnumda tuttu,
Kovsan da sensiz gidemem ki, takatım bitti,
Ali’n üşümüş, titriyor ana, sarmıyor musun?
Senin oğlun gelmiş ana, görmüyor musun?
                                       Recep Ali Öztürk

OLA O NERDEN GEÇTİ

1960 lı yıllarda İstanbul’a gidip gelmek çok zordu. Köyümüz Ihlamurludan gurbet diye İstanbul’a gidenler güçlüklerle karşılaşırlar, gittiklerine pişman olurlardı. Fakat işin içinde aşk olunca bu zorluklar bayram havasında geçer ve biran önce kavuşmak için her müşkülat göze alınırdı.

İstanbul’daki nişanlısı köyümüze gelerek Muhittin isimli genci çok sevindirmiş fakat tatlı günler çabuk geçer ya iki ayda hemen geçmişti. Artık nişanlısı Nermin geri dönüyordu. Bir perşembe günü hepsi birlikte çarşıya yanı Fındıklıya indiler. İstanbul dan gelenlerin günü bitmiş, biletleri alınmış, otobüse binip geri İstanbul’a gideceklerdi. Öğleden sonra saat 16.00 gösterdiği sıralarda Ulusoy Otobüsü Hopa dan geldi ve Fındıklı da yazıhanede durdu. Önce bagaj eşyaları otobüse verildikten sonra iki aile İstanbul’a gitmek üzere yerlerine oturmadan uzun süre vedalaşmalar devam etti. Kiminin gözleri yaşlı hep alçak seslerle bir birlerine bir şeyler tembihliyorlardı. Muhittin gözlerini Nermin den hiç ayırmıyor, “Mektup yaz ha.. Gider gitmez telefon aç. Furunci Süleyman’a sağ salım gittiğinizi bildir, ben ondan öğrenirim.” diyordu.

Ve vakit geldi İstanbul yolcuları Ulusoy Otobüsü ile Fındıklı dan hareket ettiler. Uzun süre otobüs yazıhanesinin önünden ayrılmayan Muhittin otobüs o görünüşleri geçinceye kadar arkasından el sallayıp ha bire göz yaşlarını sildi. Çünkü nişanlısından ayrılmış, bu ayrılığı bir türlü hazmedemiyordu. Bu artık nişanlısını altı ay daha göremeyecek demekti. Bu hüzünlü ayrılıktan sonra İstanbul’a giden Nermin’nin başından ne geçti bilemiyoruz fakat Fındıklı’da kalan Muhittin otobüs yazıhanesinden zor bela ayrılmış, ağladığı için gözlerinden akan yaşları silerek ve gözlerini eze eze cadde üzerinde yalnız başına yürürken bir taraftan da hala ağlıyordu.

Tam bu sırada arkasından bir kamyonet kendisini geçmek istiyor fakat Muhittin tam yolun ortasında olduğu için yolu kapatmış geçemiyordu. Uzun süre Muhittin önde, kamyonet arkada korna çalarak birlikte gittiler. Sokak dar olduğu için kamyonet geçemiyor, devamlı korna çalarak ondan yol istiyor fakat Muhittin dertli ve dalgın olduğu için onu hiç duymuyor, kamyonun farkında bile değil ve ona yol vermiyordu..

Bir ara kamyonetin şoförü Muhittin’in sağ tarafından arabası ile giriş yaparak ona çarpmadan hatta sağ tekerlekler ile yaya kaldırıma çıkarak Muhittin’i geçti. Tam geçerken Muhittin ile aynı hizaya geldikleri zaman kamyonetin içinden elini uzatıp Muhittin’e bir yumruk vurdu ve öyle geçti, gitti. Muhittin de bir irkildi ve kendine geldi. Hızla sol taraf kaldırıma atladıktan sonra sağa sola baktı. Önünde gaza basan kamyoneti görünce anladı ve arkasından bakarak kendi kendine;
“Olaaa o nerden geçti?”dedi.

HALA BİZE DÜŞMAN

1970 yılında kendi köyümde Rize Fındıklı Ihlamurlu da öğretmenlik yapıyordum. Öğrenci durumlarını değerlendirmek için bir Cuma günü veli toplantısı yaptım.

Mevsim kış ve her tarafta kar vardı. Şimdi harabe olan köyümüzün ilk okulunda girişe göre sol tarafındaki oda öğretmenler odası, diğer iki oda sınıf olarak kullanılırdı. Büyük oda da 1. 2. ve 3. sınıflar bir arada, diğer tarafta da 4 ve 5. sınıflar öğrenim görürlerdi.

Öğretmenler odasına girişte tam karşıda bir masa, arkasında bir sandalye bulunur ve burası Okul Müdürünün makam masası idi, genelde okul müdürü başkası kapmamışsa buraya otururdu. Tam sandalyenin üst tarafında  elde yapılmış kalın gürgen ağacı çerçeveli yaklaşık 110cm x 80cm ebadında Atatürk’ün camlı resmi asılı dururdu. Bu Atatürk resmini kim yaptırdığını bilmem, ta öğrenciliğimden beri aynı şekilde asılı olduğunu hatırlıyorum. Elde yapıldığı için çok ağır camlı bir çerçeve idi.

Velilerin bir çoğu gelmiş içerde ve dışarıda karlar üzerinde kalabalık bekliyorlardı. Bu sırada köyün imamını aradım. Kendisi Ardeşen li çok genç ve sevecen bir tipti. Her gittiği yerde kendini sevdirirdi. İsmi Mahmut.

Mahmut Hocayı bulamadım ve öğretmenler odasına toplantıyı başlatmak için girdim. Odaya girişim biraz ani ve hızlı oldu. Aradığım Mahmut Hoca müdür masasında oturuyormuş. Beni görür görmez hemen ayağa fırladı fakat bir de gürültü koptu.

Hanı o yukarıda tavana yakın yerde duran Atatürk’ün ağır çerçeveli bir resmi asılıyordu ya, işte o ağır Atatürk çerçevesi yerinden koptuğu gibi o anda tam altında bulunan bizim İmam Mahmut’un kafasına vurduktan sonra, yine dik olarak yerde duvara yaslandı durdu. İmamın kafasında kocaman yara olmuş kanlar akıyordu. İmam kafasındaki yarayı eliyle tuttu, biraz sonra eline baktı ki kan sürünmüş, kafasından kan akıyor, döndü Atatürk’ün resmine doğru biraz baktıktan sonra

“Vay utanmaz sağlığında hep bizimle uğraştın, öldün gittin, hala daha bizimle uğraşıyorsun. Utan, utan” dedi ve kahkaha atarak koştu dışarı çıktı gitti.

Hocanın kafasını orda ki imkanlarla ecza dolabından ilaçları kullanarak pansuman edip bantladık. Atatürk resminin camı bile kırılmamıştı. Çerçevenin kopan ipini yenileyerek aynı yerine astım.

YARISINI ALDILAR

Hepimiz duymuşuzdur ‘askerlerin mektupları kontrol edilir’ derler. Essah mıdır, yalan mıdır bilmiyorum. En iyi bunu birlikteki subaylar bilir. Benim bildiğim sadece şimdi anlatacağım olaydır:

Subaylar er mektuplarını kontrol ederlerken bir mektup dikkatlarını çeker. Çünkü bu mektup zarfının üzerinde “ALLAH’IN YÜCE KATINA” diye adres yazılmıştır. Gönderen yerine de kendi birliklerinden Temel’in ismi.
Kontrol eden subaylar heyecanla, anlamak için mektubu açarlar. Mektup ta” Ey Allahum çok dardayım bana 100.00tl para yolla.” diye yazılıdır.
Bunu gören subaylar zarfın içerisine 50.00tl koyarlar ve bu geri zekalı er ne yapacak diye Temel’e Allah tan gelmiş gibi gönderirler.
On gün sonra aynı er den aynı şekilde bir mektup daha yazılır.
Hemen aynı subaylar bu mektubu da açarlar.
Bu sefer mektupta ne yazmış biliyor musunuz?
“Ey ALLAHIM ÇOK SAĞOL. TEŞEKKÜR EDERİM. GEÇEN SEFER 100.00TL GÖNDERDİN FAKAT; KOMUTANLAR ZARFI AÇIP YARISINI ALMIŞLAR, 100.00TL DAHA ACELE GÖNDER.” diye yazmış. Ya..Mehmetçiğe oyun olmaz.

BEYZDUR DA

Bizim köyde bir Yusuf Amca vardı, rahmetli oldu. Komşumuz olan bu Yusuf Amca muhabbetine doyamadığım, hazır cevaplıliği ile tanınan ve herkesi kendine hayran bırakan rahmetli babamın da yakın dostu bir adamdı. Kendisi uzun yıllar gurbetlerde İstanbul da kalmış yol yordam görmüş bir adamdı. Daha gurbetlere açılmadan Yusuf amcanın o eski gençlik zamanları 1930-40 yılları eşkıyalık çağı olduğundan her zaman bir tüfek almak istermiş. İstermiş ama elde avuçta para yok nasıl alsın? O devir de de soyan soyana, vuran vurana olduğu için kesin bir tüfek alması şart.

Bir cuma günü Piçhala dan Tibukoğlu Mustafa elinde bir mavzer ile bizim Zuğu camisine gelmiş. Orada daha namaza girmeden cami kapısında taşın üzerinde otururken Yusuf Amca elinde tüfeği görünce, tüfek çok hoşuna gitmiş ve önce tüfeği satıp satmayacağını sormuş. Mustafa da satabileceğini söyleyince, kapıda kalabalık bir gurup izlerken pazarlığa başlamışlar.

Yusuf Amcanın parası yok ya para yerine inek verip tüfeği alacak. Karşı tarafta kabul etmiş. Yusuf amca tüfeği eline almış, bakmış, iyice incelemiş ve tüfeği beğenmiş. Bu sefer Mustafa da ineğe bakması ve beğenmesi gerekiyor fakat inek yanlarında olmadığından Yusuf Amcaya sorular sorarak ineğin durumunu anlamak istiyor.

İşte Tibukoğlu Mustafa ile Yusuf’un aralarında geçen konuşma, Mustafa soruyor, Yusuf cevap veriyor;
-Sığırun adı nedur?
-Kınalı’dur
-Rengi nasıldur?
-Siyah alacadur.
-Boynuzları var midur?
-Vardur
-Ne tarafadur?
-Orak şeklinde ve oge doğrudur.
-Kuyruğı nasıldur?
-Uzundur.
-Diz kapaklarını geçeyi mi_
-Evet geçeyi,
-Beli nasıldur?
-Uzun ve ortadan aşağa basuktur..
-Kulakları uzun midur, kısa midur?
-Kana uğramıştı da birinden biraz kesmiştum, biri uzun biri kısadur.
-Boynınde çincağı da var mıdur?
-He ya vardur.
-Peki ya sütü nasıldur? (Yanı çok süt veriyor mu diye sorar.)
Yusuf amca iyice bunalmış ki;
-Çe.. süti beyazdur da… der ve dinleyenler de kahkahayı basarlar.

YENİ GELİN

Fındıklı’nın haftasında pazar yerinde Hemşinli bir genç, birkaç tane horozu kanatları bağlı olarak önüne koymuş ve satmak isterken, müşteri olarak  yanına yaşlı bir kadın yaklaşır ve sorar:
-Uşağum ğorozların nasıldur?
Hemşinli genç cevap verir;
-Ğala ğorozlarum çok eyidur. Hiç biri zamparaluk etmez, kumar oynamaz, sigara içki içmez, kimseyi çekişturmez, ğırsuzluk nedur bilmezler. Yeni gelin gibidurler da der.

DEDİN

Belki de dalga geçtin,
Beni baştan sevmedin,
Sana “seviyor” dediler,
Sen onlara ne dedin?

Sanki olur mu böyle,
Derdini gizleme söyle,
Kendini harap etme,
Dedim “sana ne” dedin.

Ben sevdim sende sevsen,
Ne olur benimle gelsen?
Sensiz bir gün ölürsem,
Niçin? “Bana ne” dedin.
          Recep Ali Öztürk

GÖZÜNE DÖKECEKTİN

Bizim Fındıklı İlçesi’nin buluşma günü Perşembe günüdür. Bu güne haftası denir ve herkes veya işi olanlar İlçeye giderek satıcılar satışını, alıcılar alışını yapar işlerini görürler.
Ağustos sıcağında bir kaç hafta günü dolandırıcı Rüzgar Hüseyin parasız kalınca kiremit i iyice dövüp kül haline getirdikten sonra caminin önünde ‘sinek ilacı’ diye bağırarak satmağa başlar.
 Sulak Köyünden yaşlı bir kadın bu dolandırıcıya yaklaşır ve sorar:
-E. uşağum geçen hafta senden alduğum sinek ilacını ineklere vurdum hiç fayda etmedi, sinekler sığırların üstünde cirit atai.
-İlacı nasıl vurdun anacuğum? diye sorar.
-Sulandurdum ve filit ile sığrların üzerine vurdum fayda etmedi. der.
Rüzgar Hüseyin cevap verir;
-Yanlış ettin anacuğum, sen sinekleri tutup ilacı gözlerinin içine dökecektin. der.

TEMEL’İN KULAĞI

İnşaatta çalışan Temel’in kulağı kazaen kesilir.
Ne ise kulağın kesilen parçasını yerde bulurlar ve alelacele Temel ile kulağını hastaneye yetiştirirler.
Doktor müdahale eder ve kopan kulağı tekrar yerine diker. Temel’in kulağı eskisi gibi olur.
Temel bir ayna ister  yerine dikilen kulağına bakar.
Ve hemen itiraz eder.
-Oyı…bu kulak benim değildur. Benum kulağımın arkasında kalem varıdı. Ben kendi kulağımı isteirum der.
Hala Temel’in adamları inşaatta kalemli kulak aramaktadırlar.